Ahmet Berke Gökçeoğlu - 26 Kasım 2025 Futbolda son yıllarda defalarca aynı manzarayı gördük: Zor durumdaki kulüpler için kampanyalar, yardım çağrıları, bağış yayınları, sosyal medya seferberlikleri… Üstelik bu kampanyaların bir kısmı gerçekten ayakta kalma mücadelesi veren köklü kulüpler için yapılırken, bir kısmı da her sezon milyonlarca euroluk transferler yapan, dev bütçelerle yaşayan, hatalarını sorumsuzca harcama yaparak örten takımlar içindi. O yüzden bugün bir futbolseverin, bir vatandaşın şu soruyu sormasını çok iyi anlıyorum:
“Ben neden bir kulübe para vereyim ki?”
Altay’ın başlattığı yardım kampanyası karşısında bu sorunun yeniden akla gelmesi son derece doğal. Ben de bu yazıyı, bu soruya kendimce yanıt üretebilmek için yazıyorum.
Altay’ın hikayesi, son yıllarda tanık olduğumuz kampanya furyasının çok dışında bir yerde duruyor. Çünkü Altay, yapacağı transferleri finanse etmek için ya da yıldız oyuncuların maaşını ödemek için değil eski yönetim döneminde yapılan hoyratça ve sorumsuz harcamaların bıraktığı ağır enkaz yüzünden bugün ayakta kalmaya çalışıyor. Kulüpten yapılan açıklamalara göre kulübün toplam 936 milyon TL borcunun %95’i, Özgür Ekmekçioğlu döneminde oluşmuş durumda. Not düşeyim: Bu dönem, Altay’ın tarihinde genel kurulda ibra edilmeyen tek başkanın dönemidir ve kulüp bugün hukuki sürecini yürütmektedir.
19 Kasım’da başlatılan valilik onaylı yardım kampanyası işte tam da bu nedenle bir para toplama çağrısından çok daha fazlasıdır. Bu çağrı, amatör kümeye düşme tehlikesiyle karşı karşıya, profesyonel liglerin en altında mücadele eden ve bir adım daha düşerse geri dönüşü neredeyse imkânsız hale gelecek olan bir kulübün var olma mücadelesidir.
Ben bu satırları bir Altay taraftarı olarak, diğer Altay taraftarları ve bir klişe haline gelmiş camia büyüklerine seslenmek için yazmıyorum. Bu yazı, onların ötesine ulaşmak için yazıldı.
Altay’ı tanıyan, tanımayan, İzmirli olan olmayan, Türk futbolunun kültürüne, hafızasına, emeğine saygısı olan herkese seslenmek için.
Ve bu çağrıyı yaparken sadece bir yardım kampanyasına destek istemek değil niyetim. Aynı zamanda bu kulübün neden yaşatılması gerektiğini anlatmak, tarihini, değerlerini, felsefesini, şehirle kurduğu bağı ve yüz yılı aşan duruşunu kayda geçirmektir.
Çünkü Büyük Altay sadece bir futbol takımı değildir.
O halde sorumuzu yenileyerek başlayalım:
“Ben neden bir kulübe para vereyim ki?”
Çünkü ALTAY tarihsel bir mirastır.
Öncelikle söylemeliyim, hatırlatmalıyım ki Büyük Altay’ın tarihi ilkler ve başarılarla doludur.
Kulübün gayri resmi olarak 1910’lardan itibaren bir araya gelen gençler tarafından oluşturulduğu, 1913-1914 yıllarında maçlar yaptığı ve 1914’te resmen tescil edildiği kaynaklarda belirtilmektedir. Bu nedenle Altay’ın kuruluşu, Türk gençlerinin futbol sahnesine çıkışının en erken örneklerinden biridir. 1914 yılında resmi olarak kurulan Altay ilk İzmir şampiyonluklarını daha 1915-1916 ve 1916-1917 sezonlarında kazanmış, milli mücadele sonrası da yeniden canlanan İzmir futbolunda öncü olarak en çok şampiyonluğa ulaşan takım olmuştur. Türkiye Birincilikleri ve Milli Küme’de birçok kez mücadele etmiştir. 1930 yılında Atina’da Yunan lig şampiyonu Panathinaikos ile karşılaşarak yurt dışında deplasmanda maç oynayan ilk Türk takımı unvanını almıştır.
Amatördeki başarılarını profesyonele de taşıyan Altay İzmir profesyonel liginde 1956-1957 ve 1957-1958 sezonlarını şampiyon tamamladıktan sonra, 1958-1959 sezonunda başlayan Türkiye Birinci Futbol Liginde yer almış, daha sonraki yıllarda ligin vazgeçilmez ekiplerinden biri olmuştur. 1969-1970 sezonunda kazandığı üçüncülükle Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın ilk üç geleneğini bozan ilk takım olmuştur. Uzun yıllar ligin dişli bir rakibi ve çekinilen bir deplasmanı olarak mücadele eden Altay, alt liglerde geçen çok yıllara rağmen bugün hala Süper Lig toplam puan sıralamasında 8. sıradadır.
Altay, Türkiye Kupasında da birçok kez mücadele ederken, toplamda 7 kez final oynamış, bu finallerin birinde aleyhinde yapılan adaletsizliği protesto ederek maça çıkmayan Altay, kupayı 1966-1967 ve 1979-1980 sezonları olmak üzere 2 kez kazanmıştır. Türkiye Kupası’nı Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray dışında kazanan ilk takım olarak Anadolu’ya getiren Altay olmuştur.
Altay Türk futboluna damgasını vurduğu gibi Türkiye’yi Balkan Kupası, Intertoto, Kupa Galipleri Kupası ve UEFA Kupası’nda da temsil etmiştir. Eski adı Fuar Şehirleri kupası olan UEFA Kupası’na katılan ilk Türk Takımı Altay’dır.
Büyük Altay’ın tarihi bu satırlara sığmayacak kadar derin ve zengindir. Ancak şunu bilmek gerekir ki Altay’ı “Büyük Altay” yapan, yalnızca başarıları değildir. Onu büyük kılan; bir şehrin hafızasını, bir toplumun direncini, bir asrın ruhunu, önemli değerlerini taşımayı başarmasıdır. Yazımın geri kalanında, biraz olsun anlatmaya çalışacağım.
Çünkü ALTAY bir değerler bütünüdür.
Altay’ın değerleri, kulübün 1910’ların çalkantılı İzmir’inde doğduğu andan itibaren şekillenmeye başlamış ve bir asırdan uzun süredir korunmuştur. Kulübün doğduğu ortam, Osmanlı’nın son döneminde Ege’de artan siyasi gerilimler, Rum nüfusunun baskısı, İttihat ve Terakki’nin şehirde Türklüğü canlandırma çabaları, bir yandan da İzmir’in çok kültürlü, kozmopolit yapısıdır. Altay tam da bu gerilim hattında, Türk gençlerinin kendilerine ait bir spor alanı yaratma çabasıyla doğmuş; kimseyi dışlamayan ama kendi kimliğini koruyan bir çizgi geliştirmiştir. İzmir’de futbolu uzun yıllar yabancıların oynadığı, Türk gençlerinin sahaya bile çıkamadığı bir dönemde Altay, Türk futbolcusunun kendi ayakları üzerinde durabileceğini kanıtlayan bir yapı olmuştur. Bu, bugüne uzanan en önemli değerinin ilk adımıdır: var olma cesareti, kendin olma iradesi ve alın teriyle yükselme kültürü.
Kulübün bir diğer temel değeri ise kapsayıcı yapısıdır. Altay, İttihat ve Terakki’nin Türklük ideolojisi etkisiyle kurulan bir kulüp olmasına rağmen, hiçbir zaman ayrıştırıcı veya dışlayıcı olmamış, İzmir’in Levanten ve gayrimüslim mirasının içinden doğan spor kültürünü reddetmeden kendi kimliğini inşa etmiştir. Altay’ın kurucuları arasında Türk milliyetçisi isimler olduğu gibi, kulübün ilk üyeleri arasında Levanten ailelerinin fertleri de vardır. Altay’ın kuruluşunun hemen ardından 1916 yılına ait kadrosundaki Türk ve Müslüman olmayan futbolcular da bu tezi doğrular niteliktedir. Kulübün bu kapsayıcı tavrı onu özel kılmıştır. Altay bu nedenle sadece bir kulüp değil, İzmir’in çok kültürlü karakteriyle Türk kimliğini bir arada taşıyan nadir kurumlardan biri olmuştur.
Altay’ın değerler dünyasını şekillendiren en özel temaslardan biri, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ile kurduğu bağıdır. İlk temas 1923 yılındaki Ankara gezisi sırasında gerçekleşmiş, Altaylı sporcuların nezaketi ve disiplini Atatürk’ün dikkatini çekmiştir. Hasan Yanık’ın Aydın Efesi ve Zeybek gösterisini beğenen Atatürk onu yanına çağırmış, ardından kaptan Hamid Aslan’a övgülerde bulunmuştur. Bu sahne, Atatürk’ün Altay’ı sadece bir takım değil, genç Cumhuriyet’in ideal gençliğinin yansıması olarak gördüğünün ilk işaretidir.
Altay’ın Atatürk ile ikinci teması ise, Atatürk’ün İzmir ziyareti sırasında gerçekleşmiştir. 1925’teki bu ziyarette Atatürk, Altay kulübünü bizzat ziyaret etmiş, şeref defterine duygusal ve anlamlı bir not düşmüştür:
‘’Altay Spor Kulübü’nde tanıdığım gençlik iftihara şayandır. Bu gençlik muvacehesinde istikbalin kuvveti ve saadeti en bariz görülmektedir.’’
Altay’ın değerlerinin belki de en güçlü sac ayağı ise ahlak, fedakârlık ve sorumluluk bilincidir. Kulübün kurucuları sadece futbolcu değil, aynı zamanda İzmir’in sosyal, kültürel ve siyasi hayatında sorumluluk üstlenen kişilerdir. Altay’ın renklerini taşıyan gençlerin savaş yıllarında cepheye koşması, mücadele döneminde futbolu bir direniş ve moral unsuru olarak kullanması, İzmir işgal altında iken sporun bir cesaret örneği haline gelmesi kulübün değer dünyasının temelini oluşturur. Bugün “Altay terbiyesi” olarak bilinen kavram, tam da bu tarihsel mirastan doğmuştur: mücadele, centilmenlik, vefa ve sorumluluk. Bu miras öyle güçlüdür ki, dönem fark etmeksizin neredeyse her eski Altaylı sporcu kulübü bir okul olarak tanımlar. Altay’da yetişmenin sadece futbol oynamak değil disiplin, saygı, adalet duygusu ve sorumluluk bilinci kazanmak olduğunu söylerler.
Altay’ın değerleri bir kitaptan öğrenilmiş değil, yaşanarak inşa edilmiştir. Bu değerler, Altay’ı Türkiye'nin en köklü değerlerinden, miraslarından biri haline getirir.
Çünkü ALTAY bir şehrin kimliğini taşır.
“Bir futbol takımı içinden çıktığı kentin varoluş şeklini kültürünü temsil etmekle beraber içinden çıktıkları toplumsal yapıdan, kültürden, değer ve inanışlardan da etkilenirler. ‘’
— Talimciler
Altay tam olarak böyle doğdu. 20. yüzyıl başında İngilizlerin, Levantenlerin ve Rumların egemen olduğu İzmir futbolunda Türk gençlerinin sahaya çıkması dahi hoş karşılanmazken, Altay onların kendi kimliklerini oluşturma iradesinin simgesi oldu. Bu nedenle Altay’ın kuruluşu yalnızca bir spor kulübünün doğuşu değil, İzmir Türklerinin kendini görünür kılma ve yeniden tanımlama hikâyesidir.
Altay İzmir’le birlikte yükseldi. İşgal döneminde faaliyetleri durma noktasına gelse de mensupları milli mücadelede önemli roller üstlendi. Kurtuluştan sonra ise şehirle aynı anda yeniden doğarak Cumhuriyet yıllarında İzmir’in modernleşen yüzünün spordaki temsilcisi haline geldi.
Kulüp aynı zamanda şehrin sosyal dokusunu da yansıtır. İlk kurucular Türk gençleri olsa da, bazı Levanten ailelerin destek ve katılımıyla Altay, İzmir’in milliyetçi uyanışı ile kozmopolit geleneğini aynı potada birleştiren bir yapıya kavuştu. Bugün baktığımızda da Karşıyaka ve Göztepe’nin bölgesel aidiyetine karşılık Altay, şehir merkezinden İzmirli kimliğini temsil etmektedir.
Yükseliş gibi gerileyiş de İzmir’le paralel ilerledi. 1990’lar sonu ve 2000’ler sonrasında şehir ile merkezi iktidar arasındaki uyumsuzluk bilinen bir gerçekken, Altay’ın ekonomik ve sportif güç kaybı da bu döneme denk geldi.
Bugün Altay hâlâ İzmir ruhunun en güçlü taşıyıcılarından biridir. Tribün kültüründen vefaya, altyapı düzeninden Cumhuriyet değerlerine uzanan çizgisiyle Altay, hoşgörü, nezaket, direnç ve modernlik gibi İzmir’in niteliklerini yaşatır. Bu yüzden Altay’ı yaşatmak, yalnızca bir takımı değil, İzmir’in kimliğini ve belleğini yaşatmak demektir.
Çünkü ALTAY güçlü bir altyapı geleneğine sahiptir.
1914 yılında kurulan ve bahsettiğim tarih ve değerler ile bugünlere ulaşan Altay Spor Kulübü’nün birçok değerli sporcu yetiştirmemesi şaşırtıcı olurdu. Ancak, şu söylenmelidir ki Altay her zaman altyapısına ve yetiştirdiği sporculara önem veren bir kulüp olmuştur.
Daha ilk yıllarında Türkiye’nin ilk profesyonel futbolcusu Vahap Özaltay, İzmir’in ilk milli futbolcusu Hamit Aslan, İzmir’in ilk milli atleti Said Odyak’ı Türk sporuna armağan etmiştir Altay. İlerleyen yıllarda kulüpte yetişen ve efsaneleşen sayısız isimden Mustafa Denizli, Ayfer Elmastaşoğlu, Bayram Dinsel, Zafer Bilgetay (Zagor) benim genç yaşıma rağmen aklıma ilk gelenlerdir.
Şimdiki adıyla Süper Lig’de yıllar boyunca, o zaman dahi büyük paralarla transferler yapan İstanbul takımlarına kök söktürürken, Türkiye Kupasında finaller oynayıp, şampiyonluklar kazanırken, Türkiye’yi Avrupa’da temsil ederken hep altyapısından yetiştirdiği oyuncularla, gururla sahadadır Altay.
Biraz daha güncel dönemden Altay’ın Türk futboluna hediyeleri arasında ise Ali Şaşal Vural, Alpay Özalan, Aytaç Kara, Çağdaş Atan, Cenk Özkaçar, Efe Sarıkaya, İbrahim Akın, Kazımcan Karataş, Musa Çağıran, Necati Ateş, Okay Yokuşlu, Semih Kaya ve Ufuk Ceylan sayılabilir.
Altay altyapısının değeri U15 Akademi Ligi Türkiye Şampiyonluğu,B Genç Türkiye Şampiyonluğu, PAF Ligi Türkiye Şampiyonluğu gibi başarılar ile de taçlandırılmıştır.
Altay, 2025-2026 Sezonunda da transfer yasaklarının da bir sonucu olarak oyuncularının neredeyse tamamı altyapıdan yetiştirilmiş ve gençlerden oluşan bir kadro ile profesyonel liglerde kalma mücadelesi veriyor. Altay U19 ise Gelişim Ligi’nde son beş maçında beş galibiyeti 23 gol atarak, kalesinde yalnızca 4 gol görerek elde etmiş durumda.
Altay denildiğinde ilk akla futbol gelse de, tarih boyunca Altay’lı sporcular basketbol, voleybol, bisiklet, atletizm gibi birçok sporda önemli başarılara imza atmıştır. Bugün, amatör sporlarda maddi sorunlardan ötürü büyük başarılar elde edilemiyor ve gereken önem gösterilmiyor olsa dahi basketbol, voleybol ve e-spor başta olmak üzere binlerce çocuk ve genç spor yapmakta, mücadele etmekte ve Altay’ın armasını dalgalandırmaktadır.
Şüphesiz ki Büyük Altay’ın spora başlatacağı, sporla hayatına dokunacağı, yetiştirip Türk sporuna armağan edeceği daha çok çocuk ve genç var, olmalı…
Çünkü ALTAY’ın yeniden ayağa kalkma potansiyeli yüksektir.
Büyük Altay’ın tarihini, başarılarını, değerlerini ve felsefesini biraz olsun anlatabildiysem, Altay’ın büyüklüğünü hissetmişsinizdir. Bu başlık altında altını çizmem gereken şey şudur: Altay’ın yaşadığı en zor dönem asla bugün değildir.
Altay, 15 Mayıs 1919 sabahında İzmir’in işgalini yaşamıştır. İşgal yıllarında önce ismini ve renklerini değiştirmek, ardından faaliyetlerini durdurmak zorunda kalmış; vatansever yönetici ve sporcularını kaybetmiş, karanlık yıllar bir yok oluş tehlikesi yaratmıştır. Ancak Altay, işgali nasıl yaşadıysa 9 Eylül’de İzmir’in kurtuluşunu da yaşamış, küllerinden yeniden doğmuştur.
Bu süreçte Altay birçok milli mücadele kahramanı yetiştirmiş, kurtuluş mücadelesinde yalnızca bir spor kulübü değil, bir direniş odağı olmuştur. Cumhuriyet sonrasında ise yeni Türkiye’nin spor kültürünün oluşmasına öncülük etmiş, sayısız yönetici, fikir insanı, spor insanı yetiştirerek İzmir’de sporun yeniden başlamasına ve gelişmesine yön vermiştir. Bu nedenle Altay, haklı olarak Kuvâ-yi Milliye'nin Kulübü olarak anılır.
Tüm bu tarihsel arka plan şunu açıkça gösterir: Altay, çok büyük sınavları zaten atlatmıştır.
Ve Büyük Altay o sınavı yine geçecektir.
Kapanış
Bugün Altay’ın ihtiyacı çok büyük değil:
Biraz ses, biraz destek, biraz dayanışma…
Altay yalnızca Altaylıların değildir.
Kendi tarihine, kendi spor kültürüne, kendi şehirlerine ve kendi hafızasına değer veren herkesindir.
Bu yüzden bu çağrı bir kulübün kapanmaması için değil;
Bir mirasın, bir duruşun, bir kültürün yarınlara taşınması içindir.
Altay bu günleri de atlatacaktır.
Altay’ın başlattığı valilik onaylı yardım kampanyasının duyurusu ve bağış bilgileri aşağıdadır:
Talimciler, Ahmet. “Futbol/Spor Ekseni’nde İzmir.” İzmirli Olmak Sempozyumu, 22 Ekim 2009
Altay Spor Kulübü Resmî Sitesi. “Tarihçe.”
Akdeniz’in Üç Ülkesi ve Tenisin Aynası
Ömer Gürsoy- 26 Kasım 2025 Türkiye günlerdir futbolda bahis, şike ve soruşturmalarla çalkalanıyor. Kulüplerden federasyona, yöneticilerden futbol ailesine kadar herkesin başka bir cephede olduğu, kavganın maçlardan çok masalarda yürüdüğü kaotik bir dönemden geçiyoruz.
Prof.Dr.Sebahattin Devecioğlu- 26 Kasım 2025 Birleşik Arap Emirlikleri Abu Dabi'de 15. Yıllık INTERPOL “Yolsuzlukla Mücadele ve Varlık Kurtarma Küresel Konferansı”, 11-13 Kasım 2025’dedüzenlendi ve 90'dan fazla ülkeden 500'den fazla uzmanı bir araya getirdi.
Teoman Yamanlar'ın Anısına (Öğretmenimin Günü Kutlu Olsun!)
Recep Cengiz- 24 Kasım 2025 Futbol dünyamızın değerli eğitimcilerinden merhum Teoman Yamanlar, saha içi ve saha dışı öğreticiliğiyle Türk futboluna önemli katkılar sağlamıştır. Sadece bir antrenör değil, aynı zamanda genç futbolcuların gelişimine adanmış bir eğitimci olarak tanınmıştır.
Türk futbolunda bahis skandalı sadece bir etik ihlal değil, kökleşmiş bir değer erozyonunun yansıması.
Artık mesele bireysel hatalar değil; sistemin bütüncül olarak dengeyi kaybetmesi.
Gerçek cesaret, semptomu cezalandırmakta değil; hastalığı doğuran yapıyı onarmakta gizli.
Aslında bazen sadece beden değil, sistemler de hastalanıyor.
Yıllardır yaşadığım kronik rahatsızlık sürecinde bunu çok net gördüm. Modern tıp ağrıyı dindiriyor ama çoğu zaman kök nedeni ortada bırakıyor. Oysa nöralterapi ya da manuel terapi gibi yöntemlerde amaç ağrıyı bastırmak değil; vücudu yeniden dengeye getirmek.
Çünkü gerçek iyileşme, dengeyle başlar.
Türk futbolunda yaşananlara baktığımda tablo çok farklı değil.
Yıllardır biriken sorunlar, zamanla sistemin esnekliğini kaybetmesine yol açtı. Altyapıdan hakemliğe, antrenör eğitiminden kulüp yönetimlerine kadar her alanda “sertleşme” var.
Milyarlarca lira borç içindeki kulüpler, menajerlerle iç içe geçmiş çıkar ilişkileri, liyakatsiz atamalar, birbiriyle iletişimi kopmuş kurumlar…
Tıpkı omurgamda görülen DISH sendromu gibi: sistemin hareket kabiliyeti azalmış, sinir ağı tıkanmış durumda.
Artık sadece tek bir uzuv değil, tüm beden ağrıyor.
Türk futbolu da böyle: ağrıyan yeri değil, ağrının nedenini tedavi etmemiz gerekiyor.
Futbolu Anlatamıyoruz
Doç. Dr. Recep Cengiz - 22 Kasım 2025 Futbol, artık sadece sahada oynanan bir oyun olmaktan çıktı; saha dışında da şekillenen bir deneyime dönüştü. Televizyon ekranlarında izlediğimiz futbol çoğu zaman sahadaki gerçekliği yansıtmıyor.
Faydacı bir yaklaşımla meseleyi ele alıyor, teknik direktör ve futbolculara yararlılık ve verimlilik ölçüsünde değer veriyoruz. Başarıyı abartılı övgülerle “göklere çıkarıyor” başarısızlığı futbolun doğal ölçüsünde yapıcı ve öğretici eleştirmiyor “yerin dibine batıran” sert protestolara maruz bırakıyoruz.
Spikerler ve yorumcular oyunu değil, kendi öykülerini anlatıyor. Egolar, önyargılar ve hazır reçeteler izleyiciyi oyundan uzaklaştırıyor. Bu durum yalnızca izleyiciye zarar vermiyor; futbolun marka değeri ve saygınlığı da aşınıyor.
Spikerlerin Yükü
Spikerin görevi sahadaki hakikati aktarmaktır. Milyonlarca göz önünde söylenen her söz bir yük hâline dönüşüyor; gereksiz yorumlar ve abartılı ifadeler izleyicinin deneyimini yok ediyor.
Maçı anlatmak yerine tahmin yapmak, niyet okumak ve önceden hazırlanmış notlarla bilgiç görünmeye çalışmak, izleyiciyi oyunla buluşturmak yerine karmaşaya sürüklüyor.
Spikerler, izleyiciyle aynı oyunu izleseler de gördüklerini kendi önyargıları, korkuları ve şüpheleri üzerinden aktarabiliyorlar.
Yorumcular: Taktik ve Ego Arasında
Televizyonlarda gördüğümüz bazı yorumcular, sahadaki gerçekleri aktarmak yerine çoğu zaman kendi egolarını merkeze koyuyor.
“Teknik direktörlere taktik, futbolcuya akıl verir veya izleyiciyi bilmez gibi” konuşmaları, sahadaki mücadeleyi görünmez kılıyor.
Sözü kendileriyle başlatıp kendileriyle bitiren bu yorumlar, izleyiciyi oyundan koparıyor ve futbolun değerini zedeliyor.
Sonuç olarak, Futbol, yalnızca sahada değil, ekranlarda da doğru anlatılmalı. İzleyiciye oyunu ve emeği doğru şekilde aktarmak, spiker ve yorumcuların temel görevi olmalıdır.
Spikerler ve yorumcular duygularını kontrol ederek, bilgece ve tarafsız kalmalı; oyunu kendi önyargılarıyla değil, sahadaki gerçeklikle aktarmalıdır.
Güzel ve etkili konuşma ‘bilgiçlik ve ilginçlikle’ yer değiştirmemelidir.
Unutmayalım ki futbolun gerçek heyecanı skor tabelasında değil; oyunun ruhunu doğru şekilde anlatabilmekte gizlidir. Ekranlarda kaybedilen futbolu ancak bu şekilde yeniden kazanabiliriz.
Futbolun Sinir Uçlarına Dokundu
Ömer Gürsoy - 20 Kasım 2025 Başsavcı Akın Gürlek’in “ucu nereye giderse gitsin” çıkışı, yıllardır dokunulmayan sinir uçlarını ilk kez görünür kıldı.
Türk futbolu uzun zamandır görünmez bir gerilimin içinde yol alıyordu; aktörler konuşuyor, kurumlar açıklamalar yapıyor ama sistemin gerçek sinir uçlarına kimsenin dokunmaya cesaret etmediği bir düzen işliyordu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın pazar günü yaptığı yazılı açıklama, bu sessiz tabloya ilk derin kesiği attı.
Açıklamada; futbol kulüpleri üzerinden para aklama iddiaları, bahis bağlantılı şüpheli para hareketleri ve bazı yöneticilerin–profesyonellerin olası dahli gibi başlıkların soruşturma kapsamında olduğu duyuruldu.
Ve kritik ifade:
“Soruşturma genişleyebilir.”
Bu cümle, uzun süredir temas edilmemiş bir alana ilk defa gerçek baskı uygulandığının işaretiydi. Çünkü bu defa mesele, yalnızca şikâyetlerin sıralandığı bir hukuk metni değil; TFF’den kulüplere, ekonomik damarlardan bahis hatlarına uzanan yapının derin refleksini uyandıran bir müdahaleydi.
Üç gün sonra Başsavcı Akın Gürlek ve Başsavcı Vekili Osman Sağlam’ın medya karşısına çıkarak süreci ayrıntılandırması ise tablonun çerçevesini tamamladı.
Bu toplantıda:
• Kulüpler üzerinden para aklama iddiaları araştırılıyor,
• MASAK raporları soruşturmanın temel unsurlarından biri,
• UEFA ve Interpol ile iş birliği yürütülüyor,
• “Ucu kime giderse gitsin” ilkesi esas alınıyor,
• Hakemler, yöneticiler ve futbol profesyonellerinin mal varlığı hareketleri inceleniyor,
• Şu ana kadar 8 kişi tutuklandı,
• Ve en önemlisi: soruşturma daha da genişleyebilir.
Bu iki aşamalı açıklama, Türk futbolunda yıllardır dolaşan sessiz gerilimi ilk kez görünür kıldı:
Türk futbolunun vagus siniri uyarıldı.
Sistemin Derin Refleks Noktası
Vagus siniri, insan vücudunun en derin alarm hattıdır. Travma, stres ya da büyük bir tehdit algısı karşısında ilk tepkiyi o verir.
Beden vagus siniri uyarıldığında aslında şunu söyler:
“Böyle devam edemezsin.”
Bugün yaşanan soruşturma süreci, futbolun bu derindeki sinir ucuna temas ediyor.
Ekonomik yüklerden hakem yapılanmasına, kulüpler arası güç ilişkilerinden yönetim tarzına kadar yıllardır ötelenen çarpıklıklar bir anda göz hizasına çıktı.
Bu yüzden yaşananlar yalnızca adli bir süreç değil;
Türk futbolunun içsel refleksine yöneltilmiş dış bir uyarı.
Dip Faylarını Titreten Bir Uyarı
TFF’nin seçim tartışmaları, delege düzeni, ekonomik çöküntü ve kısır döngü haline gelmiş krizler…
Bu fay hatları uzun süredir sessizce geriliyordu.
Savcılığın önce pazar günü “uyarıyı”, ardından üç gün sonra “genişlemeyi” ilan etmesi, sistemin sinirlerine gönderilmiş ani ve güçlü bir uyarı etkisiyarattı.
Bu etki, yıllardır “idare edilen” yapısal sorunların üzerindeki örtüyü araladı ve gövdenin ne kadar hassas olduğunu ortaya çıkardı.
Futbolun derin dokuları ilk kez bu kadar belirgin titreşim veriyor.
Kaos mu? Yeniden Düzen mi?
Vagus sinirinin uyarılması bedende iki ihtimali tetikler:
Ya panik ve çöküş, ya da yeniden düzenleme ve iyileşme.
Bugün futbol tam bu eşikte duruyor.
A) Sistem kendini yeniden düzenlerse:
• Şeffaflık artar,
• Kurumsal akıl güç kazanır,
• Güç ilişkileri dengeye oturur,
• Güven ve kalite yeniden inşa edilir.
B) Sistem kapanırsa:
• Soruşturmalar kişilere indirgenir,
• Sorunlar mevsimlik gündeme dönüşür,
• Futbol kendi karanlık konfor alanına geri çekilir.
Henüz yol ayrımının neresinde olduğumuz net değil.
Ama kesin olan bir şey var:
Bu süreç artık geçiştirilemez.
Asıl Soru: Bu Uyarı İyileştirici Bir Sinyale Dönüşür mü?
Türk futbolu belki de ilk kez, gövdesinin derinliklerinde saklanan gerilimi bütün çıplaklığıyla dışarı verdi. Bu, tedirgin edici olduğu kadar kıymetli bir fırsat.
Ben kendi sağlığımdaki tedavi sürecinde, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Şerafettin Özdoğan’ın uygulamaları sayesinde vagus sinirinin nasıl bir “gerçeklik çağrısı” yaptığını öğrendim.
Vücut sakladığı gerçeği bir gün mutlaka dışarı çıkarıyor.
Futbolun bugün yaşadığı şey de çok farklı değil.
Çünkü vagus sinirinin uyarılması bazen çöküşe değil, iyileşmeye açılan kapıdır.
Her şey, bu uyarının nasıl okunacağına bağlı.
Bugün elimizde gerçek bir fırsat var:
Futbolun sinir sistemi bize “dur” diyor.
Ya bu sinyali ciddiye alıp yeniden yapılanacağız,
ya da duymamayı seçen bir bünyenin kaderini yaşayacağız.
Ve nihayet şu hakikate geliyoruz:
“Bir sistem ancak sinirine dokunulduğunda gerçek yüzünü gösterir.”
Bahis Soruşturmalarında Üç Farklı Dünya: Türkiye, İngiltere ve ABD’de Masumiyet Karinesi
Av. Mustafa Batmaz - 19 Kasım 2025 TFF’nin yürüttüğü son bahis soruşturmasında daha ilk günden itibaren isimlerin basına yansıması, soruşturmanın gizliliğinin ortadan kalkması ve kişilerin hukuki süreç tamamlanmadan suçlu gibi sunulması, Türk hukukunun temel ilkelerinden biri olan masumiyet karinesinin uygulamada ciddi şekilde ihlal edildiği tartışmalarını beraberinde getirdi. Oysa Türkiye’de masumiyet karinesi hem Anayasa’nın 38/4. maddesi hem de Türkiye’nin taraf olduğu AİHS 6/2 ile açıkça korunur; ayrıca CMK 157 soruşturmanın gizli yürütülmesini zorunlu kılar ve soruşturma makamlarının deliller toplanmadan isim açıklamasını açık hukuka aykırılık olarak tanımlar. Bu normatif çerçeveye rağmen, TFF sürecinde şüphelilerin kamuoyuna teşhir edilmesi, medya üzerinden yargısız infazın oluşması ve kişiler hakkında hukuken henüz var olmayan bir “suçluluk algısı’’ yaratılması, masumiyet karinesinin pratikte işletilmediği yönünde haklı eleştiriler doğurmuştur. TFF ve savcılığın birlikte yürüttüğü bu soruşturmada bazı hakem, futbolcu ve yöneticilerin PFDK’ya sevkleri spor kamuoyunda suçluluk algısı yaratmıştır. Özellikle bu insanların kamuoyu gözünde yüksek tanınırlıkta kişiler olması denetim ve yargı mekanizmalarının elindeki delilerin çok daha kuvvetli olması gerektiğini göstermektedir. Net bir delil olmadan ve şüpheye dayalı başlatılan hukuki süreçlerin ve PFDK sevklerinin ilerleyen dönemde maddi ve manevi tazminat davası olarak TFF’ye geri dönmesi muhtemeldir.
Sporla iç içe geçmesi sebebiyle sadece Türkiye’de değil Avrupa’da da bahis skandalları son yıllarda karşımıza çıkmıştır. Bunun en güncel örneklerinde bir tanesi İngiltere Premier Lig’de meydana gelmiştir. O süreci incelersek İngiltere’de, özellikle Premier League ve FA Disciplinary Regulations kapsamında, masumiyet karinesi ilkesi çok daha katı biçimde uygulanır; Contempt of Court Act 1981, hakkında resmi bir soruşturma devam eden kişinin medyada suçlu gibi gösterilmesini yargıyı etkileme suçu olarak düzenler, Defamation Act 2013 ise kişiyi haksız yere suç işlemiş gibi lanse eden her türlü açıklamaya çok ağır tazminat yaptırımları öngörür. Bu nedenle İngiltere’de federasyonlar soruşturma tamamlanmadan isim açıklamaz; Ivan Toney, Kieran Trippier ve Sandro Tonali vakalarında olduğu gibi aylarca tam gizlilik korunmuş ve tüm resmi açıklamalar “soruşturma altında” gibi tamamen nötr bir dille yapılmıştır. İngiltere’de bir federasyonun soruşturma ortasında isim açıklaması veya kişiyi suçlu gösterici bir ifade kullanması halinde federasyon yöneticileri dahi milyonlarca sterlinlik tazminat davalarıyla karşılaşır; oyuncular birliği PFA, süreci “usule aykırılık’’ nedeniyle bağımsız tahkime taşır ve İngiliz spor otoriteleri tarafından hukuki süreç incelemesi başlatılır.
Bu tip bahis olayları sadece futbolda da değil basketbolda da büyük bir sorun haline gelmiştir. Ancak ABD de İngiltere’deki uygulamalara benzer bir şekilde bu tip hukuki süreçleri yönetir. Masumiyet Karinesi ilkesinin en disiplinli uygulandığı ülkelerden birisi de ABD’dir; nitekim NBA, aktif bahis soruşturmalarını hem Amerikan anayasal güvenceleri (5th ve 14th Amendments, Yüksek Mahkeme İçtihatları (Coffin v. United States 1895)) hem de lig içi disiplin kuralları çerçevesinde tamamen gizlilik içinde yürütür. Güncel Jontay Porter soruşturmasında NBA haftalarca hiçbir açıklama yapmamış, iddiaları doğrulamadan isim bile telaffuz etmemiş, medya yalnızca “iddialar” ifadesiyle nötr haber yapabilmiştir; nihai ceza ancak deliller eksiksiz toplandıktan sonra duyurulmuştur. Aynı yaklaşım geçmişte Tim Donaghy skandalında da görülmüştü: FBI aylarca bilgi sızdırmamış, NBA hakemi kamuoyuna ancak federal iddianame hazır olduğunda açıklanmış ve lig yönetimi süreç boyunca masumiyet karinesini ihlal etmeyen özenli bir tutum sergilemiştir. ABD’de bir spor kuruluşunun soruşturma tamamlanmadan suçlayıcı açıklama yapması “Usuli süreç ihlali” olarak kabul edilir ve hem lig hem medya kuruluşları milyonlarca dolarlık tazminat davalarıyla karşılaşabilir. Bu nedenle NBA, Premier League ve diğer uluslararası spor kurumları, masumiyet karinesini yalnızca teorik bir hak olarak değil, yönetim süreçlerinin temel yapı taşı olarak uygular. Buna karşılık Türkiye’deki son süreçte soruşturmanın gizliliğinin korunamaması, erken teşhir, medyanın yönlendirici dili ve kurumların yargı kararı olmadan suçluluk algısı yaratması, hukukun ve spor yönetişiminin uluslararası standartlardan ne kadar uzak kaldığını açık biçimde göstermiştir.
Öncelikle belirtmek isterim ki basına yansıyan iddialar ve savunmalar üzerine gündemdeki durumları ele alacağım. Savcılığın Türk futbolundaki bahis operasyonunu soruşturmaya çok daha önce başladığı ve bunu gizlilikle yürüttüğü ardından TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun yaptığı açıklamalarla Türk medyasının ve halkının bu durumu öğrendiği gözler önündedir. Bu süreçte en fazla göz önünde olan şahıslardan biri hakem Zorbay Küçük olmuştur. Zaten hali hazırda hakemlere duyulan bir güvensizlik varken bir de bahis skandalıyla bu güven yerle bir olmuştur. Ancak Zorbay Küçük yaptığı basın açıklamasında bahis hesaplarının kendine ait olmadığını, para transferi yapılan banka hesaplarının da kendine ait olmadığını, TC kimlik numarasının çalındığını ve kullanılan telefon numarasının da ona ait olmadığını belirtmiştir. Aynı şekilde Beşiktaş kaptanı Necip Uysal ve Ersin Destanoğlu da benzer açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu insanlar sürekli medyanın karşısında olan, yaptıkları meslek sebebiyle ahlaki olarak güven duyulan ve bununla geçimlerini sağlayan insanlardır. Bu demek oluyor ki onlar üzerine atılan herhangi bir iddianın etkisi normal bir vatandaşa göre çok daha büyük olmaktadır. Bu insanlar, özellikle hakemler, bu noktadan sonra aklansa bile bu güven sarsılacağı için artık verdiği her yanlış kararda “bahis yapmış” veya bir kaleci için yediği her kötü golde “bahisçi” damgası ile eleştirilmeleri çok olasıdır. Fakat bu insanların önünde hem sporculuk mesleği olarak uzun yıllar hem belki de sonrasında futbol yorumcusu olarak bir kariyer vardır. Masumiyet karinesi ilkesinin çiğnenmesiyle artık bu insanların geçmişe nazaran böyle bir kariyer yapmaları çok daha zordur. Bu insanlar bu ilkeyi ihlal eden kurum ve kuruluşlara maddi ve manevi tazminat davası açarak “Bakın benim kariyerim daha uzundu sizin itamlarınızla zedelendi veya ben bundan sonra da bir yorumculuk kariyeri düşünüyordum ancak siz ismimi lekelediniz.” şeklinde bir tazminat davası sürecinde bulunmaları çok olası ve doğaldır.
Sonuç olarak, TFF’nin yürüttüğü soruşturmanın ilk aşamasında yaşananlar; isimlerin erken teşhir edilmesi, kamuoyu yönlendirmeleri ve sürecin medya üzerinden şekillenmesi, hem Türk hukukunun açık hükümleriyle hem de uluslararası hukuk standartlarıyla ciddi biçimde çelişmektedir. İngiltere’de Contempt of Court Act ve Defamation Act gibi düzenlemeler, ABD’de ise 5th ve 14th Amendments ile Yüksek Mahkeme içtihadının sağladığı koruma sayesinde soruşturmalar gizlilik içinde yürütülürken; Türkiye’de medya baskısı, kamuoyu algısı ve kurumsal iletişim hataları nedeniyle masumiyet karinesi kağıt üzerinde kalmış, pratikte ise büyük ölçüde ihlal edilmiştir. Bu durum yalnızca hukuki bir sorun değil, aynı zamanda sporcuların, hakemlerin ve teknik personelin meslek hayatlarını doğrudan etkileyecek bir sosyal travmaya dönüşmüştür. Zira kamuoyunda “bahisçi”, “şikeci” gibi yaftalar bir kez yapıştıktan sonra, kişi ileride aklansa bile bu damganın yaşamsal ve mesleki etkileri kolayca silinmemektedir. Bu nedenle hem TFF hem de ilgili devlet kurumları için yapılması gereken, süreci hukuk devletinin temel ilkeleri çerçevesinde yeniden ele almak, soruşturma gizliliğini titizlikle sağlamak ve uluslararası örneklerde olduğu gibi şüphelilerin haklarını koruyan, delile dayalı, şeffaf ama aynı zamanda itibar güvenliğini merkeze alan bir prosedür oluşturmaktır. Aksi hâlde bugün yaşanan hak ihlalleri, yarın milyonlarca liralık tazminat davaları, telafisi mümkün olmayan kariyer kayıpları ve Türk futbolunda zaten zedelenmiş olan güven duygusunun tamamen çökmesi gibi ağır sonuçlar doğuracaktır.
Dünya Kupası Güney Amerika elemeleri adil değil
Hüseyin Özkök - 19 Kasım 2025 İtalya Milli Takımı Gennaro Gattuso, Norveç ile oynadıkları eleme grubu maçı öncesinde yaptığı açıklamada, Güney Amerika elemelerini eleştirerek Avrupa takımlarının çok daha zorlu bir yoldan geçtiklerini ifade etmişti.
Ben de Aspor’daki yayınlarımda Güney Amerika elemelerini konuştuğumda defalarca söyledim. Dünya Kupası'na gitmenin en kolay yolu Güney Amerika elemeleri. Tek bir grupta toplamda 10 takım lig usulü oynuyorlar ve bunların 6'sı doğrudan Dünya Kupası bileri alırken biri de konfederasyonlar play off turnuvası oynama hakkı elde ediyor. Yani Güney Amerika’dan %70 oranında takım Dünya Kupası’na gidebiliyor. Avrupa’ya baktığımızda şu anda Rusya hariç, 54 ülke elemelerde oynuyor ve bunların ancak 16'sı gidebiliyor. Yani %29,6'sı.
Güney Amerika’da örneğin Brezilya 6 yenilgiye doğrudan turnuva vizesi alırken, Bolivya 10 yenilgi ile play off'a gidebiliyor. Avrupa'da ise Türkiye gibi tek bir mağlubiyetle Dünya Kupası’na doğrudan gidemeyebiliyorsun. Bu bağlamda İtalya Teknik Direktörü Gennaro Gattuso'ya hak vermemek elde değil. Burada bir adil olmayan durum var.
2026’yı geride bıraktıktan sonra önümüzde 2030 Dünya Kupası elemeleri olacak. Bence FIFA elemeleri daha adil hale getirmek için Güney Amerika (CONMEBOL) elemeleri ile Kuzey Amerika ve Karayipler (CONCACAF) elemelerini birleştirmeli veya Avrupa’ya yüzde olarak daha fazla kontenjan tanımalı.
Ömer Gürsoy - 19 Kasım 2025 Türk futbolunda son iki ayda yaşananlar, aslında bir süredir dipten gelen, duyulan ama kimsenin tam olarak adını koyamadığı bir uğultunun yüzeye çıkmasıdır. Uzun zamandır herkes bir şeylerin ters gittiğini hissediyordu; tribünde, kulüp yönetimlerinde, medya koridorlarında… Fakat o uğultu, 2025’in son çeyreğinde artık bir sessizlik değil, bir gerçeklik çağrısı hâline geldi.
Ben bu dönemi, modern devletlerin temel refleksi üzerinden okumayı daha doğru buluyorum:
Modern devletler, ırmağın dizginsiz akışına izin vermezler.
Çünkü dizginsiz akan bir ırmak önce kıyıları yıkar, sonra çevreyi kirletir, ekonomiyi aşındırır, toplumsal adalet duygusunu yok eder, en sonunda da sporu spor yapan ahlaki zemini sular altında bırakır.
Bugün yaşadıklarımız tam da budur:
Devlet, uzun süredir taşan ve artık gövdesiyle sahayı kaplayan bu ırmağın akışına müdahale etmiştir — ve etmek zorundaydı.
Kronolojinin Gösterdiği Yol: Sessiz Sinyallerden Açık Operasyona
Sürecin ilk kritik eşiği 11 Eylül 2025’tir.
İstanbul Başsavcısı Akın Gürlek’in TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nu ziyareti, bir protokol ziyareti değildi. O gün, devletin yargı ayağının futboldaki anormallikleri artık masa üstüne aldığının ilk işaret fişeğiydi. O ziyaret, bugün geriye baktığımızda, ırmağın yön değiştirmeye başladığı ilk kıvrımdır.
Ardından 29 Eylül geldi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kabine toplantısı sonrası, uzun süredir kamuoyunda fısıltı hâlinde dolaşan konuyu devletin diline taşıdı:
“Yasa dışı bahis ve sanal kumarın kökünü kurutacağız.”
Bu açıklama bir tespit değil, bir karardı.
Ve karar yalnızca sözde kalmadı. 1 Kasım tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan “Sanal Ortamda Yasa Dışı Bahis, Şans Oyunları ve Kumarla Mücadele Eylem Planı (2025–2026)”, devletin artık operasyonel faza geçtiğinin ilanıydı..
27 Ekim – Deprem Etkisi Yaratıp Taşan Nokta
Bu sürecin kırılma anı ise 27 Ekim’dir.
TFF Başkanı Hacıosmanoğlu’nun yüzlerce hakemin bahis hesaplarının açıldığını, bahis oynadığını açıklaması futbol tarihinde belki de ilk kez “hakem merkezli bir yapısal çürümenin” kamuoyuna açıkça ifade edilmesiydi.
Yıllardır konuşulan fakat hep kulisin koyu koridorlarında sıkışıp kalan bir iddia, ilk defa TFF Başkanı tarafından dile getirildi.
Ardından, “sıranın futbolculara geleceği” ifadesi geldi ve artık herkes biliyordu: Bu dosya yalnızca hakemlerle sınırlı kalmayacak; zincir daha geniş bir daire çizecek.
Aynı gün İstanbul Başsavcılığı, bu açıklamaları ihbar kabul ederek soruşturmayı başlattığını ve Antalya’daki dosya ile birleştirdiğini açıkladı.
Bu, devletin artık meselenin çevresinde değil, merkezinde konuşlandırıldığının resmiydi.
30 Ekim – Devlet Pozisyonunu Açıktan Ortaya Koydu
Cumhurbaşkanı, Almanya Başbakanı’nı kabulünde gazetecilerin sorularını yanıtlarken futbol tarihine geçecek şu cümleyi kurdu:
“Bir devlet eli kolu bağlı duramaz. Ne gerekiyorsa yapılır ve yapılmıştır.”
İşte bu cümle, sürecin felsefesini özetliyor.
Devlet, yalnızca sahadaki adaleti değil, futbol ekonomisini, taraftarın güvenini ve sporun toplumsal etkisini korumakla yükümlüdür. Devlet aklı, rekabetin ve ekonominin bu denli bozulduğu alanlarda seyirci kalamaz.
O gün itibarıyla futbolun ırmağı artık kendi yatağında değil, ülkenin hukuk sisteminin çizdiği doğrultuda akmaya başladı.
Hakemlerle Başlayan Temizlik Futbolculara da Ulaştı
Çok geçmeden, binlerce futbolcunun PFDK’ya sevk edilmesiyle birlikte soruşturma genişledi.
Artık mesele, birkaç hakemin bireysel eylemi değil; profesyonel futbolun çeşitli katmanlarına sirayet etmiş, çok aktörlü bir yapının deşifresiydi.
10 Kasım – Bahisten Şikeye Evrilen Dosya
Gelinen noktada dosya artık şekil değiştiriyordu.
Bahis soruşturması, ilk kez “şike” başlığıyla buluştu.
Eyüpspor Başkanı Murat Özkaya ve üç hakem, “müsabaka sonucunu etkileme” suçlamasıyla tutuklandı.
Toplam 19 şüphelinin gözaltına alındığı operasyonda, 4 kişi hakkında tutuklama kararı çıktı.
Bu, dosyanın yalnızca disiplin suçu değil, doğrudan cezai suç kapsamına evrildiğinin bir göstergesiydi.
16 Kasım – Soruşturmanın Genişleyeceği İlan Edildi
Ve 16 Kasım’da İstanbul Başsavcılığı yeni bir açıklama yaparak soruşturmanın genişletileceğini duyurdu.
Bu duyuru şunu anlatıyor:
• Hakemler bitmedi.
• Futbolcular bitmedi.
• Menajerler, bahis ağları, kulüp bağlantıları, finansal geçişler, para hareketleri…
Hepsi, tek tek masaya yatırılacak.
Bu açıklama aslında bir final değil, tam tersine ikinci perdenin başlangıcıdır.
Bugün Geldiğimiz Nokta – Devlet Irmağın Akışını Düzenledi
Özetle;
Bugün Türk futbolunda yaşananlar bir kaos değil, gecikmiş bir arınmanın ilk evresidir.
Çünkü modern devletler, ekonomisini sarsan, adalet duygusunu zedeleyen ve gençleri zehirleyen hiçbir yapıya seyirci kalmazlar.
Ve Türk futbolu, artık hakeminden futbolcusuna, yöneticisinden menajerine kadar tam bir “büyük temizlik operasyonu” dönemindedir.